30 Mart 2014 Pazar

Sağlıklı yaşam için 11 adım

Bu 11 adım bizim gibi sıradan çalışan 2 çocuklu bir anneden baya taş bir "Squatgirl" e dönüşen genç bir kadının blogundan.

Gerçekten ilham verici bir blog, herkes için güzel bir motivasyon olabilir.

Şöyle diyor: 


getfit2Yağ oranınızı değiştirmek için sağlıklı bir yaşam tarzına kendinizi adamalı ve istikrarlı olmalısınız. Ancak bu 11 ipucundan faydalanırsanız, sadece altı hafta içinde sonuç alabilirsiniz. Bu ipuçları, sağlıklı bireylerin, fazla efor sarf etmeden, daha da fit bir görünüme kavuşabilmesi için düşünüldü.
  1. Her gün 30 dakika yürüyün. Rutine girince süreyi bir saate çıkarabilir ve temponuzu artırabilirsiniz.
  2. Çok su için. Günde 2 litre içmeye çalışın. Yemekten önce içeceğiniz bir bardak su, açlığınızı derhal azaltacaktır.
  3. En fazla iki bardak siyah çay ya da kahve için. Eğer şeker kullanıyorsanız, her geçen gün azaltmaya gayret edin. Hedefimiz şekeri kesmek, tatlandırıcıya geçmek değil!
  4. Normal ve diyet gazlı içecekler ile meyve sularından uzak durun. Taze sıkılmış olsa bile.
  5. Kahvaltı için bu üç menüden birini seçin: OMLET- 6 yumurta beyazı, 1 yumurta sarısı. İçine mantar, yeşilbiber ya da istediğiniz sebzeleri koyabilirsiniz. Omletinizi maydanoz, salatalık veya domates ile yiyebilirsiniz. LAPA – Bir kaba biraz diyet süt dökün. İçine ezilmiş bir muz ile bir bardak yulaf ezmesi ekleyin. Birkaç dakika pişirin. Doğradığınız bir elmayı lapanız ile karıştırın. MÜSLİ- Yulaf ezmesini bir gece önceden bir kâsenin içinde diyet süte yatırırsanız, daha yumuşak olur. İçine taze meyveler ile ceviz ekleyin. Bütün bu menüler bir bardak siyah çay ya da kahve ile harika gideceği gibi size fazladan enerji verir.
  6. Yemeklerde ekmek yemeyin! İçindeki basit karbonhidratlar, size aşırı kalori yüklemesi yapar.
  7. Bolca çiğ ya da pişmiş sebze tüketin. Buharda pişmesine gerek yok. Türk usulü soğan ve domates ile de pişirebilirsiniz. Ancak kremalı soslar ve aşırı zeytinyağından uzak durun! Daha fazla sebze tüketmeye başladığınızda, sebzelerde karbonhidrat bulunduğu için, yediğiniz pirinç ve makarna miktarını azaltabilirsiniz.
  8. Et seçiminizi ızgara balık, tavuk ya da yağsız kırmızı etten yana kullanın. Köfte gibi işlenmiş etlerden uzak durun.
  9. Kızarmış ve hazır gıdaların hepsi yasak!
  10. Eğer kahvaltı ve öğle yemeği arasında acıkırsanız (ki yulaf sizi tok tutacağı için acıkmamanız lazım), bir kâse diyet yoğurt yiyin. (tabii o sabah omlet yediyseniz) Rezene, havuç ve salatalık gibi mevsim sebzelerinden de tüketebilirsiniz. Akşamüstü, meyve tabağı yiyebilirsiniz.
  11. Mümkünse tatlıdan uzak durun. Eğer tatlıya çok düşkünseniz, sürekli olarak canınızın çekmesindense, her gün en sevdiğiniz tatlıdan bir parça yemeniz çok daha iyi olur. Küçük bir parça yiyin ve televizyonun karşısında yemeyin.

Bekar anne olarak hayatta kalmak (gerçek anlamda)





Merhaba

Bu başlıkta bir yazı bloga başladığım zaman yazmıştım. Bu yazının farkı "gerçekten" hayatta kalabilmek üzerine olması.

Ex'ten kurtulmak beni çok rahatlatmıştı, tarifsiz bir duygu ama bir çoğunuz buna benzer bir ferahlara hissetmişsinizdir. " erim evde yok keyfim beyde yok" düsturunda şahane 3 yıl geçirdim. Gönlümce yedim gezdim dolaştım, çocuğumla eğlendim. Yeme işini biraz abartmış olabilirim :/

Hamile kalmadan önce çok düzenli olmasa da iyi kötü spor yapan biriydim. Bunu üniversite yıllarını profesyonel atlet olarak geçirmiş birinin ağzından duyuyorsunuz. Milli takım kampına çağırılmış biriyim ( neden milli olamadığım daha komik bir yazının konusu olacak) Doğum iznindeyken de düzenli spor yaptım, doğum kilolarımın yanısıra birkaç fazla kiloyu da vererek işe döndüm.

İşimi çok seviyordum. Bazı dezavantajları vardı tabi, uzun mesai saatleri, sürekli bilgisayar başında çalışmak ve şahane pastane/vitamin bar. Her öğlen 16 civarı kızlarla buraya uğrayarak abur cuburumuzu yedik, atomları muzlu ballı sütleri höpürdettik. Ve düzenli olarak kilo almaya başladım.

2,5 yılda  aldığım yaklaşık 20 kilo sonucunda bazı sıkıntılar baş gösterdi tabi. Akşamları şiddetli baş ağrısı, ayak bileklerinde şişlik ve ağrılar. Tekrar yüksek tansiyondan da muzdariptim. Bu hafta sonunda bir iç hastalıkları uzmanına gitmeye karar verdim. Dün test sonuçlarını aldım. Durum berbat.    Karaciğerim büyümüş ve insülinle ilgili sıkıntılarım var sanırım. Bir de D vitamini aşırı düşük çıkmış. Henüz doktorlar görüşmedim ama boktan bir durumun içinde olduğum kesin.

Bu yazıyı yazmadan 200 gr Fındıklı biter çikolata yedim. Buna jübile veya altın vuruş demek istiyorum. (Umarım altın vuruş değildir) gerçekten hayatta istediğim son şey Ex'ten önce ölüp oğlumu ona bırakmak. Canım yavrumu götün tekine devredecek değilim.

Şu anda cidden başım ağrıyor ama kendim zorlayarak da olsa yazacağım. Bu noktaya gelmemin sebebi çiğ meyve ve sebze yememem. Her zaman meyve yerine çikolata ve bisküviyi tercih ettim, böyle devam edersem oğlum da benden etkilenecektir. Oturup gerçek bir yetişkin gibi beslenmenin zamanı geldi sanırım.

Dukan, Karatay vs popüler diyetlere girecek değilim. Ama karbonhidrata bir son vermeliyim orası kesin. Bir arkadaşım ketojenik beslenerek şahane bir insana dönüştü, geçen sene bu konu üzerine baya konuştuk ama bir türlü başlayamadım. Galiba her şeyden önce şu üşenikliği üzerimden atmam gerek. Belki motivasyona ihtiyacım vardır. Ölmemeye çalışmak yeterince iyi bir motivasyon olabilir sanırım :/



9 Mart 2014 Pazar

yıllık yazim idi

"Trajik zekalılar tarafından yönlendiriliyorduk ve trajedinin kendisi de olağanüstü bir aşk hastalığına tutulmuştu. Kahramanlığımız alçaklıklarla, büyüleyici kalleşliklerle lekeliydi." (Jean Genet).

Daha fazla ne anlatılabilir ki ya da anlatılmak istenen anlamın içini
daha fazla doldurabilir mi? Gerçekten birer köleydik biz, gerçekten
prangalarımız vardı, gerçekten bir zindanda yaşadık, evet üzücü, evet
çok üzüldük, bu kadar gerçeğe katlanamayacağımız kimsenin aklına
gelmedi mi? Her cümlenin ardına bir soru işareti koyarak, tek
kelimelik de olsa bir cevabı bulmaya çalışarak bir ömrü tükettik, ya
da bir ömrün en değerli parçasını, asla geri getirilemeyek bir
parçasını tükettik. Keşke bizim yerimize verilen cevaplar bize de
söylenseydi, keşke hep sersem konumuna düşmeseydik veya
kulaklarımızdaki pamukları çıkarsaydınız aynen soktuğunuz gibi. Öyle
olmadı. Bilinçli bir yalnızlığın oyunlarıyla oyalandık bu yüzden,
kimsesizlikle oynanan sıkıcı ve bıktırıcı bir oyunun tuzağında, kendi
tuzağımızda kapana yakalandık.

Ümitsizliğin bir o kadar da yaşama
zorunluluğunun ikilemi arasında kendimizden geçtik, sarhoş olduk,
sarhoşluk hiçbir şeyi unutturmaya yetmedi, sarhoşluk bellek kaybının
heyecanını esirgedi bizden ve sürekli ayık olan uyurgezerler gibi
rüyayı törpüledik. Bu trajik zekanın başrol oyuncularıyla kapıştık,
hayat paydasında herkesin bir görevi oluyordu ya nasıl olsa, nasıl
olsa işler bir şekilde paylaştırılıyordu ya, işte bize de dev
kalabalığın karşısına çıkmaya cüret eden bir avuç looser parodisini
oynamak düştü.

Tabi ki, yenileceğimizi, ezileceğimizi, hayat
paydasındaki yerimizle eksi sonsuzu boylayacağımızı çoktan biliyorduk,
biliyordum yani, yani bilmek ızdırabı kat kat çoğaltıyordu, bilmek
herşeyi çığırından çıkarıyordu, bilmek kader bağımlısı bizler için tam
bir cahillikti. Yaşam neleri sürüklemiyordu ki peşine, en önce
bizleri, en önce yaşamaya bu kadar istekli ve azimli bizleri önüne
kattığı gibi, dizginleri ellerine aldığı gibi, koşum takımlarını sıkı
sıkıya tutup asla bırakmadığı gibi sürüklüyordu. Suyun üzerinde bata
çıka, çokça boğula, çokça nefes denilen ve pahalı olan ve gücümüzün
yetmediği şeyi alamamaca sürükleniyorduk. Biraz aşk gribine
tutulduğumuzdan mıdır nedir, soğuk aldığımızdan mıdır nedir,
hemencecik şifayı kaptığımızdan mıdır nedir, derinden ve hırıltılı
öksürüyorduk. Revir kayıtlarına düşürülemeyecek kadar komik bulunan
hastalığımız bizden başka herkesi güldürebilirdi ama bizi asla, hatta
ve hatta hep ağlatıyordu. Ağlamak bir temayül olabilirdi belki,
ağlamak bir zayıflık gösterisinin en aşağılık pankartı olabilirdi
belki, ağlamak gözünün birini ölüme dikmiş bir yüzün meydanlarda
okunmak için hazırladığı bir  manifesto olabilirdi. Aniden bir intihar
teşebbüsü gibi, aniden kanın usul usul sızması gibi, kanın sızarken
tüm kızıllığını tutkuya devretmesi gibi, güneşin gürültüyle batışı
gibi, ufukta denize dalışı gibi, siyah bir gülün beyaz bir güle
vekaletini bırakması gibi, ölümün tam saha pres yapması, apansızca
bastırması. Ölümün geceyarıları yapılan münasebetsiz  suaresi. Hayatın
gündüz gözüyle yapılan terkediş musikisi. İç karartıcı bir melankoli,
melankolinin mavisinin denizin mavisiyle birleşimi, ortaya çıkan
mavinin sarsıcı tonu, dolma kalemin mavi mürekkeple varoluşa tanıklık
etmesi..


Steril ve dezenfekte bir ömürle bu kalabalığa tahammül olanağı çok
sınırlı. Bu okulun martılarını da yok etmişlerdi ve sonra fareler
türedi, fareler martılardan daha ordubozan oldukları için martılar
yeniden getirildi. Biz martılarız, çığlık çığlığa, İstanbul'un
dağınıklığına Tuzla'nın düz ve rüzgarlı arazisine kamikazeye benzer
pikeler yapan korkusuz martılar. Öyle ki hiçbir şeyden korkumuz yok,
öylesine havada dolanıp duruyoruz, aslında canımız biraz sıkıldığından
yapıyoruz bunu. İstediğimiz yere konabiliyoruz hem, bütün çatılar
evimiz, bütün heykellerin tepelerine pisleyebiliriz, o beyaz
şapkaların rengini bir anda değiştirebiliriz. Hem iki tane dev futbol
sahası bizim, hem üzerinde sahipleri yazan ve asla kullanılmayan
korular bizim, hem yavuz direği bizim, ortabahçe bizim, alay bizim,
dekanlık bizim, komutanlık bizim, gözetleme kuleleri bizim, bütün
binalar, siyah çember içine numarası yazılmış bütün binalar bizim,
tabi çatıları, aslında düz duvarda tutunabilecek ayaklarımız da
olmalıydı fakat bu ayrı bir mesele. Evet steril ve dezenfekte bir
ömürle bu kalabalığa tahammül olanağı sınırlı.

İstanbul'dan, biraz spesifik oldu sanırım, dünyadan bağlarını koparmış
bir yerde, bizbize içiçe dedikodudedikoduya yaşıyoruz, öyle
diyebiliriz, fazla mı iyimser oldu bilemiyorum? Bildiğim tek şey var
ki, tamam cahil değilim çok şey biliyorum, 4 sene boyunca aynı
kıyafetleri giyen, aynı yatakta yatan, aynı inşaat gürültülerini
çeken, aynı binaların karamsarlığından kendinden geçen, aynı
insanlarla konuşan, evet onlar insandı, aynı yemekleri yiyen, sabah,
öyle ve akşam öğünlerinde yani günde üç defa, aynı derslere giren,
dersin içeriği değişse de DNA'sı değişmiyor burada, aynı taburlara
geçen, aynı şahıslarla tartışan, aynı kitapları okuyan, aynı müzikleri
dinleyen, aynı Tuzla manzarasını izleyen, aynı havuzda yüzen, aynı
filmi izleyen, aynı tiyatroyu seyreden, aynı konferansı dinleyen, aynı
şekilde denetlenen, aynı kişilerden nefret eden, aynı kişileri
öldürmek isteyen, aynı saatte yatan/kalkan herneyse, aynı tuvaleti
kullanan, aynı uygunsuz şakaları yapan, aynı anlama düzeyinde olan,
aynı gerizekalılığa sahip, aynı şekilde faşizan duygular barındıran,
aynı otobüsle izne çıkan, aynı cezaları alan, aynı savunmaları
imzalayan, aynı gülümsemeye sahip, aynı mutsuzluklarla perişan olan,
aynı kızlara erkeklere aşık olan-bu biraz abartılı oldu-, aynı
şeylerden şikayet eden, aynı hastalıktan aynı ilaçları alan, aynı
toprakta yaşama uğraşı veren ve aynı kirli havayı soluyan, aynı aynı
aynı aynı bir yığın aynı...


Bu kadar aynı içinde, bu kadar standart içinde, bu kadar uniform yani,
yani biz, yani ben, biraz garip davranışlar, biraz metabolizma
bozuklukları, biraz nevrotik sorunlar, belki biraz değil de çokça,
belki hayatın dışında ve ölümün çok yakınında, farklılığın başucunda,
değişimin kucağında, yine de derinden gelen bir umutla belki,
deneyerek, çalışarak, uğraşarak, aşarak birşeyleri, ödünle, dik durmak
için, iradesizliğin yollarında, evet biliyorum ne desem boş, üçte
ikisi ziyan, üçte ikisi kullanılmış bir ömürle, ey insanlar karşınıza
çıkacağım, yakama bir erguvan takacağım, beni görünce hemen
tanıyacaksınız....

Special thanx: Benim ben olmamı ve burada olmamı sağlayan,
bebekliğimden bu yana beni yetişkin birey olarak gören, herşeyin en
iyisini bana sunan annem ve babam; canımdan cok sevdiğim adı sudan
gelen kardeşim; beni sevip bana
güvenen tüm aile bireyleri, şehirler şehri İstanbul,özleten
Ankara,pasaportum,superegom.

 Scribbly thanx: Yakama takmam için erguvanını ödünç veren(ben
leylakları severdim), geviş getiren blackrabbit, gerçekten sevdiğim
tek 800(elmacı), hayatımın 1yılını anlamsız bir dejavu içinde
geçirmeme sebep c.özel ve m.işçi(dilerim hayat size daha adil
davranır),kunduz(ben sana adil davranamadım, üzgünüm),
lilith, yeni rocki, extreminal, enred( r.i.p.), c-dick, sourtimes,
deviantart, myspace,marvelcomics, enkibilal, kenanyarar,
minikmantar&dawuk+daw$an(remains of mpal), dip boyası gelmiş patates
kızlar(saçlarımın muhteşem kızılını ve uzun boyumu siz ortaya
çıkardınız), virginia woolf, l'ecume des jours, boris vian, kanat
güner, yeni hayat; bütün ötekiler, çiçeklerin tanrısı, çiçek
toplayanlar, çiçekleri ezenler, postalın altında kalan gelincik,
eternal sunshine of the spotless mind, cahil periler, melekler erkek
olur, trainspotting, geistlos, aim_str8_2life, bıkmadan usanmadan
yıllardır dinlediğim müzik, fiziken olmasa da ruhen katıldığım nice
konser/festival, yaşamak, yaşamayı sevmek kadar özgürlüğü ve adaleti
de sevmek, kadın ve erkeklerin karşılıklı hınçlarını terk edebileceği
ya da aklın ve iyi niyetin fazlasıyla aşamalandırılmış eril bir
toplumun yetkeciliğini dağıtabileceği yolundaki –artık pek de
koruyamadığım- umudum, gölgelerin de ışık kadar önemli oluşu, sesin
arkasında huzursuz bir tabanca gibi duran yüz..

C'est historie dun femme,qui tombe du 50eme etage ,achaque etage
pendant la chute ,elle dit : Tout va bien, tout va bien.. Mais
L'essentiel consiste, a la descente, est non pas la chute..

Doğumgünleri ve büyümek

Sanırım her insanın büyüdüğünü anladığı bir an vardır. İyi kötü hatırlıyoruzdur yani. Benim büyüdüğümü anladığım an 4.yaş günümdür.

Genel kanı acıların veya bazı olumsuz deneyimlerin insanı olgunlaştırdığı yönünde; sevilen birinin ölümü, yaşanan bir facia, fena muamele vs. Benimkinin bunlarla hiç ilgisi yok.

Babamın işi nedeniyle Balkanlar'da komunist bir ülkede yaşıyorduk. Komünizm çok garip değil mi insanın aklına ilk başta Nazım Hikmet şiirleri geliyor, SSCB'nin sanatta sporda ne kadar ileri olduğu falan. Benim aklıma gelense dondurmacının günde bir saat açık olduğu, marketinde çikolata olmayan bu yüzden de Türkiye'ye geldiğimizde marketten ne alınır bilemediğim bir yer. Babamın ben sayıları öğreneyim diye verdiği bozuk paraların toplamı bizim evdeki yardımcı ablanın kocasının maaşına eşit ne garip. Ah bir de karşı apartmandaki diş doktoru var, uyuşturmadan çekim ve dolgu yapan...

İşte bu ahval ve şerait içinde sıcak bir yaz akşamı, üzerinde en sevdiğim pembe elbisem ve çekirdek ailemle evde doğumgünümü kutlarken içimden "işte buraya kadar" dedim, "artık büyümeliyim". ilk icraatim boyumun yetmediği için annem veya babamdan yardım alarak yaktığım tuvaletin ışığını kendi başıma yakabilmek oldu. Elime terliği kaptığım gibi sıçradım ve elektrik düğmesine geçirdim, ta taa işte ampul yanıyor :)

O düğme kısa zaman içinde bozuldu, babam bana çok kızdı bu yoklukta niye böyle yapıyordum ben?

4 yaşın öncesine dair hatıralarım da var. Bu kadar canlı değiller ama var. Mesela 1. doğumgünümde çok ateşli olmam ve başımın ağrıması annemin beni anlamadığı için daha da kızıp ağlamam ve annemin alnıma ıslak tülbent koyduğu kaba teyzemin fotograflarını batırıp batırıp yırtmam... 2.doğumgünümdeki pastada ik defa şekerden bir gül görmüştüm onu yemek için çabalamam (tadi berbattı)

B. haftaya 3.doğumgününü kutlayacak. Acaba onun hatıraları neler? Benimle mutlu mu, hayatımızla? Yani şu anda başka hayatları tanımıyor bilmiyor tabi ama her çekirdek ailenin bizimki gibi 2 kişilik olmadığını anlayınca ne olacak? Onun aklından geçenleri bilmeyi öyle isterdim ki...

Nice senelere oğlum, umarım hayatınla mutlu olmayı öğrenirsin.